Sayfalar

öykü,

  



   Zamanın İçerisindeki Bir Ölümün Hikayesidir bu.


Koyu kırmızı rujunu da sürdüğünde tamamlanmış olduğunu düşündü ve büyük bir özünden gelmeyen özgüven ile yine kendisi gibi kafenin lavabosunu özgüven kazanmak için kullanan yanında ki bayana dönerek gülümsedi. Cinsiyetler arasında kalmış mimiksel dille iyi şanslar diledi ve makyaj çantasını siyah deri çantasının içine koyup, çantasını da koluna takarak lavabodan çıktı. Makyaj malzemelerini güvenli bir şekilde tutmak için uygulamış olduğu işlemlerin aynısını fark etmeden kendisine de uygulamış, benliğini derinlerde bir çantanın içine sıkıştırmış ve güven hissiyle dolu bir halde; kafe dekorasyonunu oluşturma adına ahşap süsü verilmiş laminant parke ile kaplı merdivenlerden topuklu ayakkabısının sesini özenle çıkartıyormuşçasına indi. Kırmızı elbisesini tamamen örten siyah paltosunun fermuarını çekerken bir an durakladı ve sağ yanına baktı, kapıyı ve daha sonra da şemsiyesini açarak kaldırım taşlarının üzerinde yürüyerek uzaklaştı. Sol yanına neden bakmadığını ise hiçbir zaman düşünmeyecekti.
Kafeye girildiğinde tam karşıda ki merdivenin sağında ki koltukta bacaklarını ayrı tutarak oturan beyefendi ise, kendisine saatler gibi gelen zaman diliminde bir türlü elinde tutmuş olduğu gibi kitabı okumaya konsantre olamamıştı. İnsanların gökyüzünü görme korkusuyla zamanla unuttukları başlarını kaldırma eyleminin eksikliğinden de kafasını kaldırıp duvara asılı olan saati görememiş, saatin tik-taklarını da içinde duyumsadığı ama saati bilemediğinden, sonsuzluğun içerisinde debelenir olmuştu. Ve tek nefeslik mücadele etmeden daha fazla dayanamayarak, ceketini giymiş, hesabını daha önce ödediğinden sol tarafa bakmadan sanki koşuyormuşçasına dışarı çıkarak gözden uzaklaşmıştı.
Sol tarafta ise, tekli kahverengi koltuğa, yine kahverengi pantolon giymiş bir adam bacaklarını çarprazlamasına atarak, sırtını yaslamış ellerini de birleştirerek yalnız başına oturmaktaydı. Hafif kısılmış gözleri ile kafenin camekanından dışarıyı seyre dalmış, hafif bir müzik dinliyormuşçasına kendinden geçmiş bir acı içerisinde görünüyordu. “Yani sen şimdi; insanların sonsuzluğu bu kadar çok arzulamalarına rağmen sonsuzlukla ilgili en ufak bir kırıntıya dahi katlanamadan kaçtıklarını söylüyorsun, öyle mi?” dedi, karşı koltukta dizlerine kadar inmesine rağmen bacak üstüne bacak attığında yukarı doğru çekilmiş mavi elbise giymiş sarışın kadın. Aynı sözler aynı söz dizimi ile uzayda kaçıncı defa yankı yapıyordu bilinmeden, adam masaya uzanarak sigara tablasını aldı ceketinin cebine koydu ve kapıdan çıkarak evine gitmek üzere yola koyuldu.
Apartmanın girişine geldiğinde, apartmanın kapısı bir anda açılmış ve kırmızı fileli etekli, elinde kitapları olan bir kız hızla ona çarpmış ve kitaplar saçılırken sokağa, apartman kapısını anahtarı ile açarak içeriye girdi. Arkasını dönerek yürüdüğü kapı kapanırken, kapının dışında kalan kadının gülüşü ve kitapların üst üste sert bir şekilde konulmasıyla çıkan sesler geliyordu.
Oniki, yedi ve ondört ve sekiz basamaklı merdivenlerle çevrilerek çıkılan apartmanda kaç kat çıkıldığı hesaplanamadığından yetmişdört basamak sonraki dairesine vardığında sol tarafta ki holün sonunda bulunan banyodaki damlayan musluğu hiç önemsemeden ceketini çıkartıp portmantoya asarak, içinde perdeler ve tekli bir koltuktan başka bir şey olmayan salona geçerek tekli koltuğa oturdu.
“fifsfişişiytsiyşustuyşustiuffşfsşuşşittşuiştit”, biraz daha şiddetlisi trenlerin kalkış sesi olan, çaydanlığın düdüğünden çayın olduğunu belirten ses ile evin içerisinden bir yerden annesinin küf kokan ama hala tatlığını kaybetmemiş sesi gelmişti; çayın kaynadıııııı…”
Yatak odasından çıkarak mutfağa girmiş, çayını kupasına doldurmuş ve salona geçmişti ve tekli koltuğuna oturup çayını önünde ki üç ayaklı sehpaya koymuştu ki, birası eline o an gelen karşısında ki koltukta oturan saçları arkaya yatırılan esmer, siyah keten pantolonlu bir adam birasını açarken köpürmesine engel olamamış, taşmasın diye köpüklerinden başlayıp hızla birasının bir kısmını içtikten sonra tekrar ona dönmüş ve; ee, bu davet edilmeyi neye borçluyuz bakalım?, demişti.
Siyah saçları omzundan düşen, ayak bileklerine kadar iskelet ile sabitleştirilmiş gri etekli ve boynunu örtene kadar iliklenmiş beyaz gömlek ve siyah yelek giymiş bir kadın elinde, üzerinde yalnızca bir mumu olan pasta ile odaya girmişti ağzında asırların melodisiyle; iyi ki dooğduuunn …, ve pastayı ve bıçağı masanın üzerine bıraktıktan sonra kadın oğluna seslenmişti, artık yaşlılığında, saçlarının ağarmasıyla beraber gelen sesindeki sevecenlikle; oğlum gel de pastanı üfle de keselim,demiş ve pastanın üzerinde bir mumu varmıştı.
“nee!?” diyerek ayağa fırlamıştı, karşısında ki kanepede oturan siyah keten pantolonlu ve “bırak şu elinde ki birayı hadi biraz dışarıya çıkıp eğlenelim.” Dedikten önce elini uzatarak tekli koltukta oturan adamı kaldırmış ve sonra evin dış kapısına doğru yönelmiş, yürürken yanına doğru el hareketleri yaparak konuşmaya devam etmişti.
Ayağa kalktıktan sonra masaya doğru yürüyordu ki, arkasında ki üç kişilik kırmızı kanepede sarı kumaş pantolon ve kahverengi kazak giymiş, saçları kendinden olmayan bir kabarıklığa sahip bir kadın ona; neden tek mum var peki pastanda?, diye sormuştu. Kadının karşısında ki koltukta oturan genç bir erkek ise; o mumu da adettir diye mi diktin bir tanecik hem bu nasıl doğum günü dostum bir tek ben varım, derken yüzünde büyük bir sırıtma ile ona doğru bakmıştı. O ise tüm bunlara sırtını dönmüş bir haldeydi ki, odanın sol tarafında ki en uç noktada bulunan camın kenarına giderek perdesini ve penceresini açarak gökyüzüne bakmaya başlamıştı. Salonun kapısının önünden annesi; çok fazla camın önünde durma sana zararlı olduğunu biliyorsun oğlum, kapat da içeriye dön, demiş ve arkasını dönerek koridorun içinde gözden yitti.
“Gece tanrıların saatidir. Her ne kadar geçmiş binyıllardan beri insanoğlu güneşi kutsal gördülerse bile, geceleri yıldızlar belirdiğinde onlarla konuşmaktan, onlara tapmaktan, kaderlerini onlarda aramaktan kendilerini alamadılar. Gece tanrılar iner şehrin sokaklarına, çayırların yeşilliklerine, ormanların, denizlerin derinliklerine.” Arkasını dönmüştü bu sözler üzerine ve bu sözleri söyleyen, eski püskü kıyafetlerin içerisinde ki uzun saçlı pejmurde adam ile göz göze gelmişti. Birkaç adımla tekli koltuğuna gelerek oturmuş ve karşısında ki koltukta siyah bir mini etek giymiş ve üzerine giydiği gömleğin üstten üç düğmesini açarak iddialı bir göğüs dekoltesi bırakmış kadın, elindeki kitabı göstererek; dorian gray’e aşıktım eskiden, demişti. Salona elinde iki şarap kadehi olan bir kadın girmiş ve üçlü koltuğa uzanırcasına oturmuş ve; şarabı da benim getirmemi beklemiyorsun ya, demişti. Tekli koltuğundan kalkan adam biraz heyecanlanmış gibi mutfağa gitmiş buzdolabını açarak şarabı çıkartmıştı ki, mutfağın tezgahında bacaklarını aralamış oturan üzerinde yalnızca jartiyerli iç çamaşırı bulunan saçları sağ yanından ayrılıp iki yanına özenle taranmış bir kadın onu ensesinden yakalamıştı. O ise tam kadına doğru eğilirken aklına bir şey gelmiş gibi salona geri dönmüş ve kadının sağ elinde hafifçe sallandırdığı iki kadehi alarak yanına oturduktan sonra doldurmaya başlamıştı. “annem babamın ısrarları sonucu doktor oldum” diyerek konuşmaya başlamıştı kadın, “oysa ben bir moda evi açmak istiyordum küçüklüğümden beri. Biliyor musun kendi tasarladığım kıyafetlerim dahi vardı. Ama olmadı işte. Mutlu muyum? Değilim sanırım ama yapabileceğim pek de bir şey yok. Onlara da kızamıyorum onlar da benim için en iyi olanı istediler.” İlk kadehlerin sonuna gelmişti ve adam ikincileri dolduruyordu. “Evet. Haklısın sanırım. Kendi adlarına görmüş oldukları iyiydi bu. Ama onları bu yüzden suçlayamayız ya.” Bu sözleri söylerken kadın sürekli adama biraz daha yaklaşıyordu ki adam bundan rahatsız olmuşçasına yerinden aniden kalkmış ve masaya çarpmış ve masadan bıçağı yere düşürmüştü.
Koltukta oturan pejmurde adam söze girmiş ve “insanın zihninde akan bir zaman vardır, kimi zaman gece kimi zaman gündüz olur güneş doğar, yıldızlar parlar. Ve insanın zihninde de geçmiş, gelecek ve bugün vardır. Ve aynı şekilde geçmiş kısmında bir mezarlık vardır. İşte hayatımıza girmiş olan herkesi biz oraya defnederiz. Ne var ki oraya defnettiklerimiz… -yine koltukta oturan elinde dorian gray’in kitabını tutan kadın ayağa kalkmış ve yerde ki bıçağı alırken… - …de efsanelerde ki hortlaklar gibi hortlayacakları zamanı beklerler…- demek sen ölümsüz olduğunu söylüyorsun, diyerek elinde bıçakla ayakta duran adama doğru yürümeye başlamıştı- …ve hortladıklarında seni öldürmek isterler… –öyleyse bu bıçakta seni öldüremez öyle mi? Diyerek adamın göğsüne saplamıştı adamın yanına geldiğinde ve- …ama kısa zaman sonra öldüremeyeceklerini anlarlar…-adamın siyah gömleğinin üzerinden kanlar akmaya başlamıştı oysa o gözlerini dikerek kadına bakmıştı donuk bir şekilde- …ve ondan sonra sana sarılarak seni anılarla, hayallerle zehirlemeye kalkışırlar…- kadın akan kanın ve adamın bu istifini bozmadan durduğu donuk halinden etkilenmiş kollarını adamın boynuna dolamış, göğsünü adamın kan akan göğsüne dayayarak dudaklarına yapışmıştı.-…ne var ki senin gibi, gibi burada fazlalık sanırım senin durumunda olan birisinde ise bu olaylar… o anda adam kendini kadının kollarından ve dudaklarından sıyırmış kadını ve kendisini itmişti ki dengesini kaybedip yere düşmüştü.
Kır saçlı yaşlıca bir adam yanına gelmiş, yere eğilerek başını kucağına almış ve, ne yaptı annen sana böyle oğlum, demişti. Daha sonra yerden sol elini yere dayayıp güç alarak kalkmış, gözlerine derin bir karanlık çökmüştü, göz rengini beyazlaştıran, ki, karşısında oturan kır saçlı o adam; Annenin senin için dilediği şey ender rastlanılan bir şey değil. Ne var ki böyle bir dileğin kabul olmuş olması bilimsel anlamda imkansız bir şey. Ama gördüğüm o ki bilimin de açıklayamadığı şeyler hala daha var ne yazık ki. Seni incelemeyi isterdim ama bunun sende meydana getireceği çöküşe göz yumamam. Yalnızca sormak istediğim bir şey sonsuzluğa sahip olmak, senin deyişinle sonsuzlukta esir olmak nasıl bir duygu? Demişti. Ve yine koltuğundan hiç ayrılmamış gibi görünen pejmurde adamın sesi duyuldu, gözlerini, sanki iyice küçülmüş olan ayakta ki adama dikerek; “senin durumunda ise geçmiş bugün ve gelecek denilen bir durum yok. Senin zihninde zamansal bir kodlama yok çünkü. Tahmin edeyim anıların belli bir sırayla veya kişiler üzerinden bir hareketle ilerlemiyor, belli çağrışımlar üzerine karmaşık bir şekilde geliyor. Ve bu da aynı anda seni birçok ana hapsediyor. Anlamadığım kendi içimde de çelişkiye düştüğüm tek şey şu, geçmişinden kopmuş ve geleceği olmayan bir insan nasıl olur daha önce yaşamış olduklarının da içerisinde hapsolur.” Yavaş yavaş bu sözleri duymaz olmuştu, aslında, ama ne var ki o bu sözlerin tamamını ezbere biliyor ötesinde bu sözleri içinde derin bir şekilde hissediyor ve onları taşıyordu hem de sadece sözleri değil, sözlerde ki gerçeği de, işte o yüzden iyice yorulmuş ve masaya dayanmıştı.
Kapının önünde beklemekte olan siyah pardesülü beyaz yakalı ve beyaz eşarplı boynunda asılı haçı sallanan kadın ise; “seni tanrının bir lütfu olarak düşünmüştüm oysa sen tanrının lanetinden başka bir şey değilsin. İnsanlara azap vermekten, onlara acı çektirmekten, ruhlarını emmekten başka bir şey yapmıyorsun. Belki şeytanın çocuklarındansın çünkü böyle bir yaşam olamaz. Aşık olunamayan, hayal kurulamayan, idealleri, amaçları olmayan bir yaşam, tüm duygularını yitirmiş, hissiz bir yaşam. Ölüler hissedemez ve de şeytan ve ben bir ölüye bakmıyorum şuan da. Ve sana baktıkça ben karanlığı, hiçliği hissediyorum, senin gözlerinin içinde boğuluyorum. Daha fazla burada kalamayacağım. Ve şu musluk, neden onu tamir ettirmediğini şimdi daha iyi anlıyorum çünkü o da sensin değil mi? O damlaların sürekli bir şekilde aynı aralıklarla düşmeleri insanda sonsuzluğu, kaybolmuşluğu canlandırıyor değil mi? Ve saatler, onların tiktakları hepsi sensin şimdi anlıyorum bunu. Tanrı bizleri zamanla sınıyor ve sen zamanın içinde olmayan tanrının sınamadığı, lanetlenmiş olan, bizleri de kendi yanına çekmeye, bu sınanmadan alıkoymaya çalışıyorsun değil mi? Daha fazla dayanamayacağım. Yoksa yok olacağım burada, gitmek zorundayım ben.” “senin benim yaşlılığımı izlemene dayanamam ben. Sen hep böyle kalacaksın bense, bense…-histerik bir ağlama nöbetine girmiş ve- öleceğiiimm-diyerek haykırmıştı, yine, kapının önünde duran pembe elbisesi ile kahverengi saçlı kadın. Ve inançlı kadın ateşler saçan bir iblis olduğunu düşündüğü adamın evinden korku ve tiksinmeyle hızla kapısını açmış ve histeriye yakalanmış kadın tek hareketle sonuna kadar açtığı kapıyı kapatmadan çıkmış, rahibe sertçe çarpmıştı kapıyı.
Hala masaya yaslanan adamın yanına, omuzlarını ve kollarının bir kısmını örterek diz kapaklarının altına kadar inen yeşil bir elbise giymiş, sarı saçlı bir kadın gelerek koluna girmiş ve koltuğa doğru götürmüştü. “Öyleyse senin zihninin bizim geçmiş diye adlandırdığımız zamanla beraber yaşamasını mümkün kılan şey, zihninin zamanla değil de, çağrışımlarla, maddelerle kodlanmış olması ki böylece sende zaman algısı yok oluyor ve bizim şuan diye adlandırdığımız zaman diliminde gelişen bir olayda sana daha önce ki zaman diliminde kodlanmış olan bir şey görmen dahilinde onu görmeye başlıyor oluyorsun. Onun dışında gelecek algısının yok olmasını ben tamamen psikolojik olarak görüyorum, çünkü bunca yüzyılda sen devletlerin, imparatorlukların, ideolojilerin, dinlerin, hayallerin, amaçların, aşkların, umudun yani insanın yarınla ilgili tasarlamış olduğu her şeyin yitimini gördün, tattın. Ve bu şekilde zamanla bu hale geldin. –neredeyse histerik bir kahkaha atarak- ne kadar komik. Zamanla bu hale geldin. Zamanda olmayan bir insanın zamanla böyle olması… Peki başka yolu yok muydu bunu değiştirebilecek? ” en başta yardım edebileceğini sanan herkesin sonu gibi sadece merakını giderme halini alan pejmurde adam uzun söylevleri ve soruları ile heyecanlı tutumları ile yorgunluktan bayılmak üzere olan adamın üzerine tüm gücüyle gitmişti, kendisinin gitmesi gerektiğini fark etmeden.
“Hayatın anlamsız bir hal almış olabilir ama şu anda oturup da düşündüğüm de senin hayatının barındırdığı o kadar çok anlam görebiliyorum ki. Güneş. Hep hayat veren olarak görülen Güneş, ve yine hayat verecek olan Güneş ama neyle ölümle. Ama neden? Tüm bunların içerisinde neden Güneş’e çıkamama ve çıktığında ölme? Bu çok garip. Aslında düşündüğümde, ebeveynlerin arzuları ve istekleri sonucu çocukların ödedikleri kefaretleri, uzak durmak zorunda kaldıklarını düşünüyorum da, demek seninkisi de böyle oldu. Ama bu çok fazla.” Kendi ödediği kefaretleri düşündü profesör, profesör olabilmek için kendini uzak tuttuğu onca şeyi ve o an karşısında ki bu adama karşı büyük bir yakınlık hissetti. O an ona demek isterdi ki ben şimdiye kadar yapamadıklarımı ve yapmadıklarımı hep istemiş olduklarımı yapacağım ve bunun için profesörlüğümü dahi bırakacağım, çünkü bu önemli değilmiş. Ama bunu diyemezdi bunu biliyordu profesör, kendisi profesörlüğünü küçük görmeye başlamıştı ve bunu bırakabilirdi. Ama karşısında ki insan güneşe çıkarak yaşamını bırakacaktı ve profesör için bu hala çok büyük bir şeydi ve bunu dile alamazdı. O yüzden susmuştu ve orada kayboldu.
Onu koltuğuna oturtan kadın yine onun koluna girerek onu yatak odasına götürmüş üzerindekileri ve daha sonrada kendi üzerindekileri çıkartarak adamı sırtüstü yatağa yatırarak üstüne çıkmıştı. Adamın cinsel organını içine almış ve üzerinde hareket etmeye başlamıştı. Kısa kızıl saçları olan kadın haykırmış, uzun siyah saçları olan kadın göğüslerini okşamış, sarışın kadın adamın biraz daha yüzüne eğilmiş, biraz balık etli olan kadın başını arkasına doğru atıp inlemişti ve nice kadın bu hareketlerin benzerlerini tekrarlamıştı. Adam ise kollarını iki yana açmış, yüzyılların arzu ve isteklerinin tecavüzüne uğramıştı. En sonunda kısa saçlı beyaz etli sarışın kadın adamın göğsüne düşmüş ve ona sarılmıştı.

Üzerinde kendisinden başka bir şeyin olmadığı yatakta çırılçıplak yatarken adam sol yanına dönmüş bacaklarını karnına çekmiş ay ışığı sırtına vurmuştu, salonda ki perdelerin hepsi tek tek açıldı, tekli koltuktan ve perdelerden başka hiçbir şeyin olmadığı salonda adam tekli koltuğuna oturdu, bacaklarını çarprazlamasına attı, sağ elini koltuğun bir koluna sol elini ise koltuğun sol tarafında ki destek yerinde bulunan içinde çay olan kupanın üzerine parmak uçlarıyla koydu ve çayın dumanı hala tütmekteydi, sırtına ayın ışığı vurmuşken yatakta ki adama, salonun tüm pencerelerinden içeriye güneş ışığı dolmaktaydı…


Ve en sonunda tüm evde yalnızca tekli koltuk ve perdeler vardı, açık…